30 Ekim 2015 Cuma

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Yıllar önce,(Çünkü gerçekten yıllar geçmiş:))) yüksek lisans yaparken kentsel mekanlar, dönüşümlerle ilgili her yayın ilgimi çekiyordu.. İnternette kitap sitelerinin birisinde "Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi" isimli bir kitap gördüm.. İçeriğiyle ilgili birşey yazmıyordu.. Kitabın isminden neler neler hayal etmiştim.. En kesin olduğunu düşündüğüm tahminim ise, "Herhalde Paris'te bir mahalle yada semt vardı.. Bu semt, değişen dünya ve toplum yapısı nedeniyle gerçek sahiplerini kaybetmeye başlamış, bunun sonucunda mekanda değişmiş, yanlış planlama kararlarıyla da ilk halinden çok daha başka bir şekle dönüşmüş" şeklindeydi.. Benim için bulunmaz birşeydi.. Hele bir de orada yaşayanların hikayeleriyle olay kurgulanmışsa okumak ne kadar zevkli olacaktı.. Hemen kitabı sipariş verdim..  Yazarıyla hiç ilgilenmedim.. Kim yazmışsa yazmıştı, kitap benim aradığım kitaptı.. Üstelik kapak resmi de çok güzeldi...


Beni bazen, bir kitabın, yerin veya şarkının adı,  bir şeyin içeriği kadar belki de daha fazla:))) ambalajı çok etkiler... Hediyenin içinden çok paketine bayılırım mesela:))) Sonuçta yanıldığım oluyor mu derseniz, hem de çok oluyor.. Ama huy işte.. Bazen haklı da çıkabiliyorum:))) Kişiler de böyle değilimdir.. Hemen yanlış anlama olmasın diye düzelteyim:))) Onda kalbim ve hislerim ne diyorsa ona bakarım.. Görüntü, huy, hayata bakış, yaşam şekli, görüşü, kalbimin "iyi birisi" sözlerinin yanında geri planda kalır.. Onda da yanılıyor muyum??? Sonuçları diğerine göre çok daha fazla acıtıyor, kırıyor olsa da ne yazık ki "evet"...

Neyse, kitabım geldi.. İncecik bir kitap, hemen biter dedim.. Gerçekten de öyle oldu:))) Hemen bitti.. Bu ne yaa??? dedim.. Bu kitapsa eğer, herkes yazar olur dedim.. Kitap şöyleydi..; Yazar, Paris'te bir meydanı gören cafeye oturuyor.. Üç gün boyunca geleni, geçeni yazıyor.. Öyle edebi olarak da değil.. Elinde çantalı bir kadın geçti.. KL 08 geçti.. Kadın döndü, çocuklar karşıya geçti.. KL 06 geçti.. çan çaldı... Saat:... Yine KL 08 geçti... gibi:)) sonuç da yok.. Ne gördüyse anlattı ve kitap bitti..

Beni bu kadar şaşırtan ve isminden dolayı yanıltan nadir kitaplardan birisiydi.. Güldüm, geçti.. Ama kitap mı bu yaa?? dediğim kitap,günlük hayatta belki de aklıma en çok gelen kitap oldu.. Özellikle bir yerde oturup çevreyi izliyorsam, yada yürüyorsam..

Nereden aklıma geldi?? İki gündür tatilin keyfini tembel tembel evin balkonunda çıkartıyorum..Bu yazıyı da orada yazıyorum zaten:))) Karşımız da bir park var.. Parka sürekli birileri geliyor.. Vakit geçiriyor.. Zıplama yerinde zıplıyor.. Köpeklerini gezdiriyor.. Sohbet ediyor.. Ayrılıyor.. Parkın sabah, öğlen, akşamüstü, akşam kullanıcıları farklı.. İki günden sonra bu kullanıcıların, mahalle parkı olması nedeniyle hemen hemen her gün aynı kişiler olduğunu görüyorsunuz.. Özellikle köpek gezdirenlerin geliş saatleri bile üç aşağı beş yukarı aynı:)))

O yüzden, kitabı bugün yine andım ve tuhaftır ilk kez yazarını merak ettim...Georges Perec adını google'a yazınca karşıma çıkan yazar biyografisi beni çok etkiledi.. "Şeyler" ve  çevirisinde bile hiç "e" harfinin kullanılmadığı "kayboluş" kitaplarını sipariş verdim.. Benim okuduğum "Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi" daha önce hiç Perec okumayanlar için onu anlamak adına ilk okunmaması gereken kitap olarak anlatılıyor.. Bu durumda, Ben tersten başlamış oluyorum:))

Sipariş verdiğim iki kitap konusunda bu sefer yanılır mıyım??? Sanmıyorum.. Aslında "Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi" kitabında da beklentilerim nedeniyle yanıldığımı anlıyorum.. Çünkü hepimizin her an yaşadığını sıradan bir şekilde metne dökmeyi akıl etmek.. Onu okuyanlara, çevresini gözlemleme, çevresinin farkında olma yetisini bilinçaltından aşılamak, Ve bunu yaparken de kitabı sürekli hatırlatmak.. Aslında büyük bir hüner değildir de nedir??? Yanılıyor muyum:)))))



26 Ekim 2015 Pazartesi

Pisidia Yürümeleri 3


Yürüyüşümüzün 5. günü, güne Tevfik Amca'nın pansiyonunda başladık..O günkü programımızda Tevfik Amca'nın yaylası Başgölcük'de vardı.. Sabah çorbalarımızı içtikten sonra Tevfik amca ile tekrar gelmek üzere söz vererek vedalaştık..

Programda iki gün çadırlı kamp yapmak vardı, ancak meteoroloji yağmur gösterdiğinden İbradı civarında kalacak bir yer arayışına girdik ve Ormana'da Hatice Sekmen'in ev pansiyonunda yerlerimizi telefon ile ayırttıktan sonra gönül rahatlığıyla yola çıktık..

Yaylaya çıkmadan önce kanyonun hem Çaltepe, hem de Karabük Mahallesine uzanan kısmını gören manzara noktasına uğradık.. Bu nokta, özellikle bölgede offroad yapan turistlerin uğrak noktası olduğundan köyden yaşlı bir amcayı, eşeğiyle ve tahta kaşıklarıyla satışa hazır bulduk..Satışlar Euro üzerindendi:)) Amcanın adı aklımda kalmamış, ama eşeğinin adını unutmamışım. Bunda eşeğin "Karakaçan" gibi çok nadir!..:)) bir isminin olmasının payı büyük herhalde:)))



Manzara noktası diye tanımladığımız nokta da uçmak, kuşlar gibi uçmak, kanyonun derinliklerinde kaybolup, yeniden çıkmak istiyorsunuz.. Muhteşem bir yer burası.. Aşağıdaki kanyondan yakın zamana kadar geçebilen olmamış.. Biz yukarıdan bakmanın tadını çıkartıp, günün modasına uyarak selfie bile çektik:)))






Kanyon manzarası ve Kazım'ın hazırladığı Türk kahvelerimizin ardından Çaltepe-Kırkkavak üzerinden yürüyüşe başlayacağımız Başgölcük yaylasına ulaştığımızda yağmur çok fazla yağıyordu.. Arabadan inmeden Konya sınırlarındaki Derebucak mahallesinde öğlen yemeği yemeye gittik.. Açıkçası yürüyebileceğimiz konusunda pek umudumuz yoktu, çünkü havanın daha da kötü olacağı meteorolojinin uyarısıydı..

Ama öyle olmadı:)) Allah'ım yüzümüze baktı ve yemek yerken güneş açtı.. Öyle olunca şansımızı denemeye karar verip geri döndük.. Amacımız Gembos ovasına bağlanan antik yolu yürüyerek koordinatlarını almaktı..ki görevimizi başarıyla gerçekleştirip, göl kenarında kahvemizi bile içtik:))







Gembos ovasına bağlantı noktasında oluşturulmuş bir kaya geçişinin su geçişi için mi??, yol geçişi için mi??? olduğu sorusu bir araştırma konusu olarak notlarımızda yerini aldı..


Ormana'ya ancak akşam varabildik.. Ev sahibimiz Hatice Hanım bizi evin üst katında turistler için ayrılmış odalarda değil, evinde ağırladı.. Bahçesi çiçeklerle dolu.. Bir alt kotta ki kısımda ise akla gelebilecek her türlü sebzeyi yetiştiriyorlar.. Evinin kilerlerini de görmeniz lazım.. Mevsiminde olmayan hiçbir şey tüketmiyorlarmış..

Dağ eriğinden yapılmış ekşili tarhananın tadına bakamasakta, un tarhanası da çok güzeldi.. Yediğimiz kuru fasulye bile bahçenin mahsulüymüş:)) İçeride sıcacık soba yanıyordu ve günün sürprizi bu soba ile geldi!.. Sezonun ilk kestanesi:))) O kadar kestane ağacının arasında dolaştıktan, kestane hayal ettikten sonra Ormana'da kestane yiyebilmek bizim için gerçekten büyük sürprizdi...

Gece rahat bir uykunun ardından lezzetli bir kahvaltı ve evin sevimli kedisiyle günümüz başladı.. 


Hava kapalı olsa da yağmur yağmıyordu.. Ekibin yürüyüş programı o gün bitiyordu ve gece konaklamak için Side seçilmişti.. Ben yürüyüşü tamamladıktan sonra Side'de kalmak yerine Antalya'ya dönmeyi programlıyordum.. Programım Ormana'yı gezerken birden değişiverdi, çünkü geceyi geçirmek için Side yerine Ormana içinde daha özgün bir yer bulmuştuk..

Gezinirken ahşaptan sincap, kalp gibi özgün objelerin satıldığı bir işletme gördük.. Ormana Active isimli işletme bir aile tarafından işletiliyor.. Baba Ormana'lı, anne Fransız:)) Aile Ormanalıların çoğu gibi İstanbul'da yaşıyor.. Dedenin kurduğu vakıf aracılığıyla özgün Ormana evlerini onarıp konaklama amaçlı düzenlemeye başlamışlar.. Restaurant da çok iyi.. hem batılı, hem özgün.. Akşam kalacağımızı bildirdikten sonra  ayrıldık ve yürüyüşten önce Altınbeşik mağarasına uğradık..

Mağara belediye tarafından işletiliyor.. Botla mağaranın içine girdik.. tabii ki çok etkileyiciydi..

                         



Mağarayı gezdikten sonra yağmur riski olmasına rağmen şansımıza güvenerek Eynif ovasındaki Tolhan'dan aşağıdaki Kargıhan'a kadar uzanan antik yol güzergahını yürümeye başladık..

Eynif ovasını ilk kez gördüm.. Antalya'nın ne kadar muhteşem ve özel bir yer olduğunu bir kez daha fark ettim.. Toros dağlarının arasında büyük bir ova..Flora açısından çok zengin olduğu belli.. Biz sadece mantar ve çeşitli kış bitkilerini görsek de nasip olursa baharda mutlaka görmek istiyorum.. Anlatılanlara bakılırsa renk renk çiçek doluyormuş.. Ovada ayrıca otlayan yılkı atları, inekler, koyunlar vardı..




Ova, Ormana ile Başlar mahalleleri arasındaki mülkiyet davaları nedeniyle mera olarak kayıtlara geçmiş.. Otlayan inekler içinde bir gece önce kaldığımız Hatice hanımlarında inekleri varmış.. İnekler kendi kendilerine orada kalıyor, karın yağacağını hissettikleri an yine kendi başlarına evlerine dönüyorlarmış.. İneklerin kilometrelerce uzaklıkta ve dağ yollarından ulaşılabilen evlerini bulabilmeleri bizde şaşkınlık yarattı:)))

Tolhan, ovanın kenarında kurulmuş.. Şimdi oldukça harap durumda.. Antalya'yı Konya'ya bağlayacak yol da hanın yakınlarından geçiyor..



Ovanın bitimiyle birlikte antik yolu yürümeye başladık.. Başlangıç noktası ile yaklaşık 1.5 km. sonra bulduğumuz iki mil taşı Michele'yi çok etkiledi.. Hele tüm vadiye hakim bir noktadan geçişi sırasında kayaya yapılmış nişi de görünce yolun antik dönemde yapılmış bir yol olduğundan hiç şüphemiz kalmamıştı:))

Yürüyüş boyunca ıslandığımız tek nokta, tam da nişin orada tüm vadiyi izlerken geçirdiğimiz yaklaşık beş dakikalık bir zamandı:)) 







Yolun büyük kısmını Kargıhan'ın yakınlarına kadar takip edebildik.. Kargıhan Tolhan'dan farklı olarak günümüze kadar ayakta kalabilmiş bir yapı..


Kargıhan'dan sonra akşam yemeğinin hayalini kurarak Ormana'ya döndük.. Michele'nin hayali biftekti.. Veee bilin bakalım yemekte ne vardı??? "Dana biftek:))" Üstelik bir başka sürpriz de kaşarlı mantar:))) İşletme sahipleri çok ilgiliydiler... Restaurant'da yöreden kadınlar çalışıyordu.. Ertesi gün için dev bir aşure kazanı bahçede hazırlanıyordu.. Restauranttan bahsetmişken Konya/Bozkır'lı ahçısından bahsetmeden geçemeyeceğim.. Kendi kendine çalıp, oynayan, ağzında bir yeşillikle yemekleri öterek getiren, kafasında samuraylar gibi beyaz bir bandana bağlı, ilginç ötesi bir tip.. Kısacası anlatması çok zor, yaşanması gereken birisi:))

Geceyi yağmur sesi eşliğinde, içinde ahşap ocağı ve dolapları olan geleneksel Ormana evlerinde geçirdik.. Sabah yağmur hala devam ediyordu.. Aşure kazanının üzerine bir çadır kurulmuş, kadınlar malzemeleri kaynatmaya başlamıştı.. Ne yazık ki tatma fırsatımız olmadı.. Yürüyüş sona ermişti..Herkesin evine dönmesi gerekiyordu..

Yol boyu yağmur yağdı.. Yukarıdan Oymapınar Barajı ve gerilerde Manavgat sisler içerisinde görünüyordu..


Kapanış ise Aspendos Tiyatrosu ve su kemerleriydi...




25 Ekim 2015 Pazar

Pisidia Yürümeleri 2


Perge Pansiyon'da Kazım'ın kahvesini içtikten sonra Oluk Köprü aracılığıyla Köprüçay'ın üzerinden geçtikten sonra bugünkü adı Altınkaya, asıl adı Zerk, antik dönemde ki adı Selge olan mahalleye çıktık..


Kahvaltımız, Adem Bahar'ın ev pansiyonundaydı.. Seyahatimiz boyunca bol bol ev yapımı keçi peyniri yedik.. Adem beyin evinde yediğimiz bal ise muhteşemdi.. o günkü programımız, Selge-Demirciler arasındaki antik yolu yürümekti..Demirciler ile Kozan mahallesinde bulunan Pednelissos arasındaki yol bağlantısının antik dönemde nereden geçtiğini keşfetmek ise kasım ayının programı..

Kozan mahallesindeki Pednelissos ile Selge arasındaki savaşlar, Selgelilerin Pednelissos'a antik dönemde dağdan yaptığı saldırılar yazılı kaynaklarda anlatılır.. Selgelilerin kavgacı oldukları, günümüze kadar bu özelliklerini kaybetmedikleri de bilinen bir gerçek.. Adem beyin bugün, "Eşkiya Adem" olarak tanınması da bunun ne kadar doğru olduğunu göstermekte:))) kahvaltı boyunca başından geçenleri anlattı durdu.. Anlattığına göre izinsiz yaptığı tuvaleti keşfe gelen hakim, tuvaletini kullanmak isteyince kullandırtmamış.. Tam aklımdan benim de tuvaleti kullanmak geçiyordu ki, bu isteğimden vazgeçtim:))) ne de olsa dağlar bizimdi:)))

Adem beyin kendisi esmer, kara kaş, kara göz.. Kahvaltıyı hazırlayan eşi ise sarışın, beyaz tenli, mavi gözlü.. Çok farklılar.. "Siz de mi Selgelisiniz??"  diye sordum.. O da "evet" dedi.. Şaşırtıcı bir zıtlık.. Adem bey bize Selge ile Demirciler yol bağlantısını gösterecek bir kılavuz ayarlayacaktı.. Ümit antik yolu sordu, o da yolun kalmadığını, kullanılan patikanın antik dönemde de kullanıldığını söyledi.. o sırada eşi araya girip, yukarı filan dedi ama Adem, eşini sen bilmiyorsun diye susturdu..

Kılavuzumuz 16 yaşındaki Bayram.. yolu bilip bilmediği konusunda tereddütlerimiz oluştu onu görünce ama Bayram dağların kurduymuş meğer.. Aynı zamanda rafting yaptırıyormuş.. Yanımıza sularımızı aldık, Bayram, "ben istemem" dedi.. Su içmek, yemek yemek aklına bile gelmezmiş.. Evde, anne haricinde baba ve beş kardeş vejetaryenmiş:)) Nedenini bilmiyor.. etten tiksinmiş... Adem'in en ilginç sözü ise, İtalyan arkadaşın kızlarla arasının nasıl olduğunu sorması sonrası geldi.. "kız da üç harf, cin de üç harf.. Kız, bela demektir, uzak durmak lazım" dedi.. Ağzımız açık kaldı..


Kazım'la Demirciler'de öğlen yemeğinde görüşmek üzere ayrıldık.. Sabah saat 8.00 gibi Bayram önde, biz arkada Selge'nin içinden batıya doğru yola çıktık.. Selge coğrafi olarak çok zor bir bölgede yerleşmiş..


Antik dönemde oluşturulmuş tarım terasları, tüm Selge'yi her yönden çevreliyor... Bu teraslar günümüzde az da olsa kullanılıyor..


Mahallenin içinde üzüm bağları var.. İnsanlar, kışlık hazırlıklara başlamış.. Dağlardan sırtlarında odun taşıyorlar..

Bizler şehirde ne kadar kolay bir hayat yaşıyoruz aslında..Bir düğmeye basıyoruz, ısınıyor yada serinliyoruz.. Bir düğmeyle ocağımız yanıyor, bir düğmeyle sıcak suyumuz ısınıyor.. Kırsalda bir düğme yok.. Orada herşey insan gücüyle.. Düğmenin kendisi insan..




Selge'den uzaklaştıkça dev çam ağaçlarının olduğu ormanda bulduk kendimizi.. Önce su kaynağının, yakın zamana kadar kullanılan bir değirmenin olduğu vadiye indik...Vadide su yoktu ama kışın çok su olurmuş.. Bayram, arkadaşlarıyla yüzmeyi burada öğrenmiş..


               


Diğer su kaynağının yakınında bir çoban ve sürüsüyle karşılaştık.. Sürüden birkaç keçi bizimle birlikte patikadan yürümeye başladı... Sonrasında sürünün yanına tekrar döndüler... Yürürken Bayram, bir çitlenbik ağacının yanında durdu..Bize ikram etti.. Çok lezzetliydi ama ağaçta az vardı.. Tadı damağımda kaldı..



Patikada yürüdükçe, patikanın aslında antik dönemde kullanılan bir yol olmadığını anladık..


Demirciler'de Kazım'la buluştuk.. Mahalledeki bir evin çardağına soframızı kurmuş bu sefer.. Ateşte sucuk, tüpte çay, masada yeşillikler hazırdı yine:)) Evdekilerle konuşunca aslında antik yolun olduğunu öğrendik.. Sabah, Adem'in eşinin anlatmaya çalıştığı ama Adem'in onu susturduğu güzergah.. Onu değil, eşini dinlemeliymişiz dedik:)) Tekrar yürümek yerine, o güzergahı kasım da yapılacak Pednelissos-Demirciler programına bıraktık..

Hazır ev bulmuşken tuvaletini kullanmak istedim.. Ev boyandığı için bizi komşuya götürdüler.. Komşuda ne göreyim.. Yer masası üzerinde çitlenbik ayıklanıyor.. Üstelik bir sürü:)) Tadına bakmamazlık etmedim tabii ki:))


Günün bitmesine daha çok olduğundan Ümit, Selge'den Andızlı yol üzerinden Yer köprü bağlantısını yürümemizi önerdi.. Ama hava kararmadan yer köprüye varmamız gerektiğini önemle vurguladı.. Ne demek istediğini Andızlı yoldan inerken anladık:)))

Bu güzergah Selge merkezinden doğuya giden bir güzergah ve St. Paul rotasında da yer alıyor..


Arabayla tekrar Selge'ye döndük ve antik yoldan yürümeye başladık.. Tarım teraslarını geçtikten sonra milli parkın genelinde rastlanan ve kaynak değerlerinden birisi olan adam kayalar adı verilen jeolojik oluşumlar başladı..


Ne kadar eğlendik.. Her bir kaya farklı formlarda, çok etkileyiciydi.. Acayip saklambaç oynanır aralarında.. Hele taht şeklinde bir kaya vardı ki, üzerinde kral, kraliçe pozları verdik.. Işılay ile Michele her bir rotaya eşlik edecek şarkılar önerme fikrini ortaya attılar.. Bakalım ne yapacaklar??:)))

                    

Sandal ağaçlarının (ki Ümit bunun dağ çileği ağacı olduğunu söylüyor) yapraklarını döktüğünü fark ediyordum da gövdenin aynı sürüngenler gibi kabuklarını döküp, yenilediğini hiç fark etmemiştim daha önce.. Allah'ımın mucizeleri.. O kadar etkilendim ki..

                        

Herşey çok güzeldi.. Meşe ağaçları, sandal ağaçları, adam kayaları arasında yürüyorduk..  Çok mutluyduk:)) Andızlı yola varıncaya kadar:))) Öncesinde rehberimizin sık sık verdiği sigara molalarından birisinde aşağıdaki manzarayı izledik.. Nasıl bir yoldan gideceğimizi hiç bilmiyorduk:)))





Andızlı yol deyince filmlerdeki gibi dümdüz yol, etrafı andızlarla çevrili zannedilmesin lütfen:)) Dimdik bir kayanın, aşağı Köprüçay'a inebilen tek patikası.. Aşağısı uçurum ve neredeyse dimdik iniliyor.. Çekilen fotoğraf kareleri, sohbetler azaldı.. Hepimizin totosu en az bir sefer kayarak yeri gördü:)) Ama hava kararmadan yer köprü'ye indik..

                       

Yer köprü ismi de çok anlamlı.. Köprüçay akarak gelirken bu noktada yerin altına iniyor, 3-4 metre sonra yeryüzüne çıkıp akmaya devam ediyor..


Yer köprüye ulaştığımızda manzara inanılmazdı.. Kovanlık tepe ve gerisindeki vadi de muhteşemdi ama inanılmaz olan, o kadar zahmetli bir inişten sonra köprünün üzerinde gördüğümüzdü.. Sevgili Kazım sandalyelerimizi sıralamış, kahvemiz, top keklerimiz hazırlanmış.. Çölün ortasındaki serap yada rüya gibiydi.. Oturduk, kahvemizi yudumlarken manzarayı izledik..


Sonrasında Ümit'in öve öve bitiremediği Tevfik Amca ile tanışmak üzere Gök Tevfik'in (Tevfik Kaya) pansiyonuna yol aldık.. Pansiyon, Tevfik amca'nın evi ile çardağından ve yanında vadiye bakacak şekilde sıralanmış bungalovlardan oluşuyordu.. Taş evin duvarlarında daha önce gelen ziyaretçilerin yaptığı resimler var...


                         

Tevfik amca 80'nine yaklaşmış.. Karahanlıların torunu olduğunu gururla anlatıyor.. Okumamış ama bilge bir adam.. Çocukları, damatlarıyla canla başla çalışıyorlar.. Çocukların esas işi aşağıda rafting.. Bizim için iki çocuğu ve bir damadı gelmiş.. Ümit ile Kazım'la kardeş gibiler.. Tevfik amca onların da babası.. Tevfik amca eşini çok sevmiş, babasına meydan okumuş, kaçırmış onu.. Eşi şimdi rahatsız ve ayağa kalkamıyor.. Tevfik amca onu hiç yalnız bırakmıyor..Biraz bizimle sohbet ettikten sonra içeri onun yanına geçti.. "Ondan başka hiç kimseyi istemem ben, o bana Allah'ın bir lütfu" diyor.. Büyük aşk:)) Allah'ım ne olur hepimize böyle değerli ve karşılıklı büyük aşklar ver.. O zaman dünya bir başka, sevgiyle dolu olur herhalde..


Yemek öncesi çardakta gün batımını izledik..Yediklerimizi sayayım mı??:))) Odun ateşinde pişmiş lezzetli mi lezzetli tarhana çorbası, salata.. pirzola ve makarna.. Ama makarna İtalyan işi.. Michele hiç üşenmeden bizim için yaptı..O kadar güzeldi ki, bir daha yemek nasip olur İnşallah:))




Günün yorgunluğu üzerine yattığımız yeri çok beğendik tabii ki:)))

Sabah muhteşem bir kahvaltının ardından yine Selge merkezli bir parkura başlamak üzere Selge'ye gittik.. Bu arada her sabah kahvesi ile kahvaltı arası ekibin bir önceki günün fotoğraflarını, kayıtlarını, koordinatlarını bilgisayarlarına yükleme zamanıydı..

Selge'ye varmak üzereyken Bayram ve eşi ile karşılaştık.. Adem'e bizi yanlış güzergaha gönderdiğini, bundan sonra eşini dinleyeceğimizi söylemeden geçmedik tabii ki:)) Kuzeye, Delisarnıç ile Kestanelik üzerinden Çaltepe'ye uzanan bu güzergah da St. Paul rotasında vardı..

Yine adam kayalarının, bu sefer diğerlerinden farklı olarak kestane ağaçlarının arasından geçerek Deli Sarnıç'a ulaştık.. Deli Sarnıç denmesinin nedeni, adam kayaların altının sarnıç olarak kullanılıyor olması.. Bir sürü su sarnıcı var bu noktada.. Çoğuna motor takılmış..



Mahallede çok az ev ve çok az insan var.. Mahalleye ekmek taşıyan bir minibüs ile girdik.. Ümit'in "Selamün Aleyküm" selamına, minibüs şoförü "oh bee, selam veren bir turistle karşılaştık.. Hiçbiri selam vermiyor" şeklinde karşılık verdi..


Kazım'la öğlen yemeği buluşmamızı anlatmaya gerek yoktur herhalde:)) Yeşilliklerin, kestane ağaçlarının arasında masamız ve sandalyelerimiz, yemeğimizle birlikte bizi bekliyordu:))


Yemekten sonra kestanelik mevkiine doğru yürüyüşe geçtik.. Dünyamız bu kısımda yine değişti.. "Alice harikalar diyarı"ndaydı sanki ki burada Alice bizdik:)) Bir çukurdan düştük ve başka dünyaya geçtik.. Adam kayalarının arasında bu sefer nemli bir ortamda, eğrelti otlarının, mantarların arasında, tepemizden maymunlar uçacakmış gibiydi.. Ağaçlar, kestane doluydu.. Canımız acayip kestane ve fırında pişmiş kaşarlı mantar istedi, ama kestaneleri dikenli kabuklarından ayırmanın ne kadar zahmetli bir şey olduğunu gördük ve ben bir daha kestane için istenilen parayı hiç sorgulamama kararı aldım:)))

                       


Kestanelik mevkiinden çıktıktan sonra asfalt bir yol geçtik ve Çaltepe'ye doğru yol aldık..


Rastladığımız nadir insanlardan olan bir çoban amca, ekibin bir kısmının Ankara'dan geldiğini öğrenince İkinci Dünya Savaşı sırasında Ankara, Çubuk'da yaptığı askerliğini anlattı ayak üstü bize.. Çaltepe'ye ulaşan antik yol, kayaların arasından özenle geçirilmiş.. Akşam ezanıyla birlikte Çaltepe'ye ulaştık.. Kısa bir mahalle gezisi ve mahalle'de kalmış birkaç kişiyle yaptığımız akşam sohbetinin ardından geceyi yine Tevfik Amca'nın pansiyonunda geçirmek üzere yola çıktık..