19 Kasım 2015 Perşembe

Sana dün denizden bakmışlar Sevgili Antalya

Sana dün bir tepeden değil:)), denizden bakmışlar Sevgili Antalya..




Geçmişte birçok gezgin, bahçelerinde, dağlarında gezinmiş, sularında serinlemiş..kimisi yazmış..kimisi sadece yaşamış:)))


Yazanlar, "Bu yörenin güzelliğini ve kent dışındaki bahçelerin hoşluğunu kağıda dökmek olanaksız" (Vincent De STOCHOVE, 1662) dese de seni görünce hissettikleri hayranlık ve şaşkınlığı yine de kelimelere sığdırmaya çalışmışlar...


"Bir kent için  bundan daha sevimli bir yer seçilemezdi" (Francis BEAUFORT, 1817) demişler...



  


Eski Lara yolunda bulunan deniz fenerinin oradan gördükleri manzarayı "..buradan Gelidonya Burnu’na kadar Likya’nın karlarla kaplı dağlarıyla beraber tüm körfezi ve arkanıza döndüğünüzde kuzeydeki güzel biçimli Pisidia dağlarını görebilirsiniz. Dünyanın insan ayağının değdiği bölümünde çok az yerin manzarası bu panoramayla boy ölçüşebilir!.." (Kark Graf Von LANCKORONSKİ, 1890) şeklinde tarif edebilmişler...




Bugün neredeyse kaybolmuş bahçelerinden kaynaklanan yeşilliğine vurulmuşlar.. Her evinin ilkbahar güzelliğindeki bahçesinin, kenti bütünde bir orman gibi gösterdiğini yazmışlar..(Charles FELLOWS, 1841)



"Geniş ve sayısız küçük kanallarla sulanan bahçeler arasında kaybolmuş gibi.." (Julius SEIFF, 1875) demişler.. Daha sonra bahçelerin kentin içinde kaybolduğunu bilmeden..



"..çarpıcı bir zarafete sahip ve her biri kendine has güzellikte kokular saçan ağaçlarla dolu.." diyerek  bugün kaybettiğimiz bahçelerini öve öve bitirememişler... (W.H.BARTLETT, 1840) Portakal, limon, incir, keçiboynuzu, üzüm, zeytin, hurma, nar, palmiye.. ne gördülerse anlatmışlar..



"..bu verimli toprakta, iyi bir yönetim, üretimi köstekleyeceğine desteklese her türlü meyve yetişir.." (Charles TEXIER, 1839) diyerek o güne ve geleceğe nasihatlerde bulunmuşlar..




Bir şehrin güzelliğine güzellik katan, şehirler, parklar, meydanlar düzenlenirken artık yapay olarak oluşturulan sulama kanalları, şelaleler senin doğal bir parçanmış o dönemler...



"..iki üç fersahlık ovalar, ovalarda dipleri hiç güneş görmeyecek kadar sık dikilmiş portakal, limon, nar, kayısı vb ağaçlar ve bunları sularken dalları hep çiçekli, güzel meyvelerle yüklü ağaçlardan yayılan hoş kokuya bir serinlik veren sonsuz sayıda dere bu bölgeyi küçük bir cennete dönüştürüyor..."(Vincent De STOCHOVE, 1662) diyerek seni cennete benzetmişler...

Şelalenin sesini şeytanların, titanların ve doğaüstü diğer yaratıkların sesi, aslanın gürlemesiyle bir görmüşler :)) (Skevos ZERVOS, 1921)



Dağlarının muhteşemliğini anlatmayı unutmamışlar tabii ki...Deniz ve körfezin batı yakasında çok görkemli sivri kayalık dağların seni inanılmaz şekilde güzelleştirdiğini söylemişler... (William Martin LEAKE, 1824).. Hatta, Alplerin Lyons'dan görünüşüne benzetmişler:))) (Alphonse De LAMARTINE, 1832-1833)



1960'larda bile tek veya iki katlı bahçeli evlerinle kendi halinde, küçük, sevimli,  yemyeşilmişsin Sevgili Antalya.. 




Seni gezmeye gelenler o dönemde de varmış ama sana ulaşmak biraz zor olduğundan bu sayı çok sınırlıymış..



Sonra güzelliğini ülke ekonomisi için artıya döndürmek üzere büyük politikalar üretilmiş.. Yollar açılmış, uçaklar inmeye başlamış.. Doğunda, batında sahil boyunca uzanan kıyıların gerisine gezmeye gelenler için büyük tesisler yapılmış.. 



Ziyaretçilerini ağırlamak, onları mutlu etmek, kalacakları tesisleri, yolları inşa etmek için insanların yetmemiş.. Başka şehirlerden çalışmak için yeni insanlar gelmiş.. Gelenler seni çok beğenmişler.. Akrabalarını, hemşehrilerini de getirmişler... 



Bu kadar insanın yerleşeceği, yaşayacağı alanlara ihtiyaç varmış tabii.. Sen de, seni yönetenler de hazırlıksızmışsınız.. Bu kadar hızlı büyüyeceğini, bu kadar göç alacağını kimse beklemiyormuş.. 



İşin içine bir de insan için olmazsa olmaz, kiminin onun için herşeyi yapabileceği para da girmiş.. Toprakların çok para etmeye başlamış..Tarlalarında, bahçelerinde büyük emeklerle çalışmak yerine, onlardan vazgeçip oturduğun yerden para kazanma devri başlamış.. Bugün ülkenin konut fiyatlarının en fazla arttığı şehir olmuşsun artık..






Gezginleri kendine hayran bırakan bahçelerin, su kanalların neredeyse yok olmuş.. Dağların bile ocak faaliyetleriyle yaralanmış..




Yakın zamanda hemen hemen her yıl daha da büyümüşsün, daha çok bahçeni kaybetmişsin..


 



1960'larda kalman beklenemezdi tabii.. Sen de büyümeliydin, gelişmeliydin.. ama belki başka şekilde.. daha planlı..daha yeşil..




Sana bugün yine denizden, bir de havadan bakmışlar Sevgili Antalya.. Çok şey kaybetmişsin.. 







Ama geçmişini günümüze taşıyan bir parçan hala bizimle..ve onca kayba rağmen hala çok güzelsin.. 




Geçmişin gezginleri gibi geleceğe taşıyabilecek, yazabilecek güzel şeylerin var Sevgili Antalya.. yeter ki artık kaybetmeyesin....































14 Kasım 2015 Cumartesi

evim evim güzel evim..


Özellikle bir yerlere gidip evimize döndüğümüzde çoğumuzun söylediği sözdür "evim evim güzel evim" sözü... Evimiz bize aittir çünkü.. duvarlarıyla bizi dış dünyadan ayırır.. özelimizdir.. genelde huzur bulduğumuz, dinlendiğimiz, uyuduğumuz, karnımızı doyurduğumuz..televizyon seyrettiğimiz..ailemizle vakit geçirdiğimiz..insanın var oluşuyla var olmuş, kentlerimizin olmazsa olmaz mekanlarıdır..

                  

Tabii ayrılmaz bir parçamız olunca evimiz, özeniriz ona.. Bazen hayatımızın en büyük zamanını bir ev sahibi olmak uğruna çalışarak geçiririz.. İçinin eşyaları, bahçesi, konforu, teknolojisi,o'su, bu'su derken mutluluğumuz için gerekli olanın dört duvar, sıcak bir yuva, aile olduğunu, gerisinin detaydan öteye geçmediğini de unuturuz çoğu zaman.. 


Aslında büyüme ve yaşama şeklimizi düşündüğümde bende evimizin konforunun, seçiminin gerçekten mutluluğumuz için gerekli olduğunu düşünürdüm.... Mustafa ile karşılaşıncaya kadar..


Mustafa,  Demre'nin Yavu Mahallesi, Ürer mevkiisi yakınlarından..10 yaşında, İlkokul 4.sınıfa gidiyor..



Başını soktuğu, ailesiyle birlikte yaşadığı, görünce "burası da ev mi??"  "Nasıl yaşanır burada??" denecek bir evi var Mustafa'nın... Naylonlarla çevrelenmiş.. Hayvanların ağılıyla bitişik.. Tek odası olan!..




Yusuf isminde hayvancılıkla uğraşan bir babası, yakında evlenecek olan Şerife isminde bir ablası, Ali ile bizim tanışamadığımız liseye giden, polis olmak isteyen bir başka abisi olmak üzere iki abisi var.. 


                    

Mustafa'nın bir de sürekli ağır kaldırmaktan, eşine yardım etmekten, dağlarda yük taşımaktan, davar gütmekten kaynaklanan üçüncü fıtık ameliyatını geçirmiş, al yanaklı güzel annesi ile onu ziyarete gelen anneannesi var.. 


Annesine, ağabeylerine, ablasına rağmen Mustafa, babasının Mustafa'sı... onun aslan parçası.. Yardım ediyor babasına.. Hayranlıkla izliyor onu..



Odası yok Mustafa'nın.. çalışma masası, masa lambası, bilgisayarı.. lisanslı yada lisanssız oyuncakları da..


Doğal gazla çalışan kaloriferleri yok.. Sabah uyandığında sıcacık değil etrafı.. Dağdan, ormandan getirilen, belki de annesinin fıtıklarının nedenlerinden birisi olan odunlarla ısınan bir sobaları var..


Elektrik kesilir mi?? kaygısı da yok Mustafa'nın.. Elektriği güneşle sağladıkları panelleri var.. Güneş çıkmadı mı birkaç gün, zaten elektrikleri de hiç varolmuyor..


Bunlara karşılık, Mustafa'nın Heidi'nin Peter'i gibi dağlarda, kırlarda gezdirebildiği yüzlerce keçisi, üç eşeği, Uçar, Atik ve Yumaş isminde üç köpeği var.. 





Bisikleti de var Mustafa'nın tüm yaşıtları gibi.. Kırlar, bayırlar onun bisiklet sahası...


Odalarına sığmasa da sandalyeleri, üzerinde bizim gibi her gelene, gönüllerini, erzaklarını açtıkları, bir bardak çayı esirgemedikleri yemek masası, açık yemek odası var..


Tek oda da olsa, duvarlarını resimlerle süsledikleri, çoğumuzun sürekli değişen mobilyalarına karşın sadece iki divanın yerleştirilebildiği oturma odası, yatak odası, misafir odası da var..


Bir de köpekleriyle birlikte kapının önünü bekleyen Traktörleri, Renault marka arabaları....


Mustafa'nın bizim yokluk olarak gördüğümüz şeylere karşın, sımsıcacık bir ailesi, sağlıklı kıpkırmızı yanakları, parlak zeka fışkıran gözleri, çoğu şehirlinin edinemediği, edinmek için çeşitli kişisel eğitimler aldığı özgüveni.. ama en önemlisi yüzünde mutluluğun resmini anlatan kocaman bir gülümsemesi var...


Mustafa'yı görünce bir sürü şey geçiyor akıldan.. Hangi hayat doğru??.. Hangi hayat gerçek??.. Ev nedir??? Nasıl olmalıdır??? Mustafa çocuk olduğu için mi mutlu??? Büyüyünce mutsuz mu olacak??.. Biz mutlu muyuz?? Odamızın duvarlarının rengini değiştirmek.. eşyaları yenilemek mutluluğumuz için gerekli mi?? Öyle yapınca biz mi mutlu hissediyoruz??? Yoksa bize bunlarla mutluluk rolü yapmak mı öğretiliyor en baştan???