7 Haziran 2016 Salı

likya yürümeleri / konyaaltı sarıçınar-kemer göynük etabı

26 mayıs'da yürüyüşümüzü öğlen gibi bitirince, Selim'in son parkuru olan Sarıçınar-Göynük arasını yürüyüp yürümeme konusunda kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra, "hadi yaparız yaa.." diyerek kendimizi yeniden Sarıçınar eteklerinde, Likya yolu yürüyüş rotasının Göynük ayrımında buluverdik..


Tereddüdümüz yürümekten değil, zamandan kaynaklıydı.. Haritaya göre, sürekli aşağıya doğru inen, bir girişi, bir de çıkışı olan bir patikamız vardı.. "hadi geri dönelim", yada "bizi şuralardan alın" deme gibi bir şansımız yoktu.. Hava 20.00 gibi kararıyordu.. saat 15.30'du.. Kanyon gibi olan vadiden çıkmamız için 4,5 saatimiz vardı.. şimdi bakınca  nasıl cesaret ettiğimize hayret ettiğim çılgınca bir şeydi yani:))


Gayet aklı başında görünen çılgınlar mıydık?? bilmiyorum ama Selim, Gökhan Benzet ve ben, çeşmeden suyumuzu içtikten sonra, güzel yosunlu kayaların arasından girdik dönüşü olmayan patikaya:))




Patika gerçekten çok güzeldi.. taşlarla oluşturulmuş istinat duvarlarıyla o kadar belirgindi ki.. boşuna tereddüt etmiştik:)) patika önümüzde çok iyi okunuyordu.. kaybetme şansımız yoktu:))) biraz, sadece biraz hızlı hareket etmeliydik o kadar :))


Dayısı geçidini:)) geçince öyle güzel bir Antalya manzarası ile karşılaştık ki.. Ne kadar hızlı olmamız gerekse de bu manzaralar, mola vermek için kaçırılmayacak eşsizlikteydi..



Ama bir taraftan vaktimiz de azdı.. İzle izle nereye kadar:)) yola koyulmamız gerekiyordu.. yürümeye devam etmeliydik:))



Sağ olsun Antalya manzarası bizi hiç bırakmıyordu:))) Antalya-Kemer karayolunda giderken gördüğümüz dağların arasından izliyorduk dünyayı..


Derken, birden etrafımızdaki ağaçlar değişti.. Daha doğrusu sadece ağaç gövdelerinden oluşan bir dünyaya giriverdik.. Yıldırım düştüğünü tahmin ettiğimiz noktada, yanmış, devrilmiş ağaç gövdelerinin arasındaydık.. herşey çok sessizdi..


Birden aklıma "er ryan'ı kurtarmak" filminden bir sahne geldi.. İkinci dünya savaşının anlatıldığı çoğu film yada belgeselde bulunan sahnelerden birisiydi.. Devrilmiş, yanmış ağaçların arasında kendimi, Tom Hanks'in  yıkılmış binaların arasındaki kentte hissettiği gibi hissettim..


Milli Park alanlarında yanmış, devrilmiş, kurumuş ağaçlara müdahale edilmediğini, olayın doğal seyrine bırakıldığını biliyordum, şaşırmamalıydım ama herşey çok etkileyiciydi .. Böyle manzarayı bir de Adrasan-Olympos arasındaki Musa dağı çevresinde görmüştüm.. Orada yanmış ağaçlar, sandal ağaçlarıydı.. Sandal ağacının kuru gövdesi, sedirden farklı olarak bir sanat eseri gibiydi.. yüzlerce sanat eserinin arasındaydık o zamanda..

Kuru ağaç gövdelerinin arasından yeni ağaçlar çıkmaya başlamıştı.. manzara bizi çok etkilemişti tamam ama kaybedecek zamanımız yoktu... esas sorun ise bu kadar devrilmiş gövdenin arasında patikayı kaybetmiştik.. telefonlarımızdaki güzergaha göre yönlenmeye çalışıyorduk ama ağaç gövdelerinin arasından yürümek çok zordu.. Daha rotanın üçte birini bitirmemiştik.. yolumuzu bulmamız gerekiyordu.. ve ben gerçekten paniklemiştim:))


Yarım saatlik bir çabalamanın ardından patikamıza yeniden kavuştuk fakat çok vakit kaybettiğimizden bundan sonra durmak yoktu artık.. maratona katılmış yürüyüşçüler gibi non-stop hareket etmeliydik.. nasıl terlediğimizi, hızlı yürüdüğümüzü anlatamam..


Orman içinde vakit daha çabuk ilerliyor, gölgeler akşam saatlerinin yaklaştığını hatırlatıyor, bir taraftan da bulutlar, dağların tepelerini örtüyordu...



Yine de ormanın içinde bize sunulan güzellikleri görmemezlik edemiyordum:)))



Patika akıcı bir şekilde devam ediyordu.. Artık yolumuzu kaybetmiyorduk:)) Zaten kaybetme gibi bir şansımız da yoktu.. En ufak bir zaman kaybı bize geceyi ormanda karşılama zevkini tattıracaktı çünkü:))



İnlerönü mevkiini geçtikten sonra bir kamp alanına ulaştık.. Etrafta bırakılan çöpler olmasa, su kenarında, ağaçlara çıkmak için oluşturulan merdivenleriyle bayağı keyifli düzenlenmiş, oluşturulan ocak başında, bir sonraki ziyaretçiler için ızgara bile bırakılmış bir kamp alanıydı.. :))




Ama biz mola veremezdik:)) Bulutlar üzerimizi tamamen kapatmıştı.. dağların arasında gümbür gümbür gök gürültüleri yankılanıyor..yağmur ben geliyorum diyordu:)))


Ve nihayetinde yağmur geldi.. Zaman sıkıntımız yokmuş gibi bir de sırıksıklamdık artık:)) telefonumu bir müddet yağmurluğun altında korumaya almıştım ama ormanda yağmurun güzellikleri de kaçırılacak gibi değildi..



Artık herşeyi bırakmıştım.. telefonumu da fotoğraf çekmek için çıkartmıştım.. Her yaprağın üzerindeki yağmur damlacıklarını ayrı ayrı sevmek, tüm bu güzellikler için Allah'ıma şükretmek istiyordum.. yağmur deli gibi yağıyordu, biz nefessiz, ıslak, aralıksız yürüyorduk.. hava kararıyordu.. Utku ve Süleyman'ın bizi beklediği çıkışa kadar olan mesafe bir türlü kapanmıyordu.. deliydik biz gerçekten:))




Zip line tesislerini görünce çıkışa yaklaştığımızı anlamıştık..Saat 20.05'de Göynük kanyonu girişine nihayet ulaşabildik...






Islaktık, yorgunduk ama başarmıştık.. Tavsiye edermiyim??? bu kadar kısa zaman aralığında olmaması koşuluyla yürüyebilen herkese mutlaka tavsiye ederim.. ama bizim gibi değil, tadının çıkartılması şartıyla:)))




1 yorum:

  1. Çok güzel anlatıyorsun ve fotoğraflıyorsun.. Fotoroman tarzı yani. ;-) Milli Park konusundaki yaklaşımlarımızı biliyor olmanız ayrıca mutlu etti beni.Kıskandım orada olmadığım için... :-)

    YanıtlaSil