23 mayıs pazartesi günü Likya yolu yürüyüş rotasının, Demre kısmındaydık.. Kuzeyde Papaz Kayasından, kıyıda Myra'ya kadar yürüdük.. Bu kez ekip liderimiz Güven'di.. Biz, Kenan ile birlikte iki şehir plancısı olarak ona eşlik ettik..
Yolculuğumuz sabah 6'da Antalya'dan başladı.. Güven ekip liderliğinin dışında aynı zamanda ev sahibiydi sanki:)) Yolculuk sırasında sabah kahvesi ve yanında kendi yaptığı, içinde her türlü faydalı çerez ve meyvenin olduğu çikolatalı keklerle enerjimizi depoladı:))
Gittiğimiz bölge, beni her zaman büyüleyen, dünyadan koparıp masal dünyasına taşıyan, dolunayda ayın ve yıldızların altında hayatımda ilk kez uyku tulumuyla sabahladığım, "..galiba ben çok mutluyum.." dediğim, ilk kez çoban köpeklerini sevebildiğim, ilk kez bir hayvan yavrusunu kucağıma alabildiğim, her gittiğimde topoğrafyanın muhteşem kullanımına hayranlık duyduğum dağlık ve kırsal Myra'nın Belören/Muskar kesimiydi..
Hıristiyanlığın kabulü sonrasında, Likya’nın en önemli merkezi haline gelen Myra'nın merkezinde bulunan Aziz Nikolaos kilisesinin dışında (bu kilise Noel Baba kilisesi olarak biliniyor), kuzeyde Alacadağ eteklerinde birçok manastır, kilise yapılmış.. bunların çevresinde de kırsal yerleşimler oluşmuş..
Kiliselerden birisi yine bir aziz ve adı Nikolaos olan, hazineleri Kumluca civarında bulunup, Antalya Müzesinde sergilenen, Sionlu Nikolaos'un kilisesi.. ama kiliselerden hangisinin onun kilisesi olduğu henüz bilinmiyor.. olasılıklar var tabii.. ama birbirinden farklı iddialar.. Düşünsenize ortada hala bilimin çözemediği mistik bir durum var yani :))
Kıyıda başlayan salgın hastalıklar sonrası, kıyı yerleşimleri ciddi bir ekonomik kriz içerisindeyken, dağlık olması nedeniyle, dışarıdan gelen saldırılar ve salgın
hastalıklardan rahatlıkla korunabilen bu bölge, Myra ekonomisinin ve Hıristiyanlığın önemli bir
merkezi olmuş..
Tabii artık bir merkez değil ama güzel olan şey, dağlık ve ulaşımın zor olmasının, bu kez bölgeyi salgın hastalık ve saldırılardan değil, orman ve makiden oluşan bitki örtüsüyle, açgözlü taleplerden, zevksiz yapılaşmadan koruyor olması..
Geçmişin izlerini, yapılarını, seslerini, hatıralarını, ruhunu, kaplayan yeşil örtü, kendini gerçek dünyadan kopararak, bunların farkına varmak, kendini bulmak, ruhunu dinlendirmek isteyen ziyaretçisine örtüsünü aralıyor.. Müthiş ve yaşamaya değecek bir duygu bu gerçekten..
Ben yine aynı duygular içindeydim anlaşılacağı üzere:)) Bu bölge her gittiğimde yeni bir yüzünü gösteriyordu bana.. Bakalım bu sefer neler görecektim..
Yürüyüşümüz, Alakilise merkezliydi..
Yürüyüşümüz, Alakilise merkezliydi..
Kuzeyde, Gonca Tepe'deki Papaz Kayasından başlayıp, Alakiliseye; oradan da Zeytin ve Belören üzerinden Myra'ya ulaşacaktık..Tabii bunun tersini de tercih edebilirdik.. Ama bizim tercihimiz aşağıdan yukarı çıkmaktansa, yukarıdan aşağıya inmekti.. Bunun nispeten daha kolay olacağını düşünüyorduk.. Papaz Kayası-Alakilise kısmı dışında haklı da çıktık:))
İlk etabımız, Papaz Kayası-Alakilise parkuruydu..
Yukarıya arabayla çıktık.. Sedir ağaçlarının yanında sonradan dağ akçaağacı olduğunu öğrendiğim ağaçların ve sisin içerisinde yükseliyor, yükseldikçe kayboluyorduk..
Derken sislerin arasından kır bir at göründü.. Masal dünyasındaydık ya, kır bir ata şaşırmamalıydık:)) İyice yaklaşınca kır atın yalnız olmadığını fark ettik..
Sonra yolumuza bir boğa çıktı:)) O da yalnız değildi.. Onun da arkadaşları yolun üstünde ağaçların arasındaydı..
"Bu dağa, bu saatte kim çıkar ki!.." derken birden bir de yürüyüşçü çıkıverdi karşımıza!.. sırt çantasıyla yukarı tırmanıyordu ...
Gözlerimizi yukarı çevirdiğimizde onun da yalnız olmadığını gördük:)) Sanırım bu evrende hiçbirimiz yalnız değildik ...
Biz de yalnız değildik:))
Yürüyüş başlangıç noktasına, Süleyman'dan ayrılma noktasına gelmiştik:)) Etraf sisli, kayalar üzerinde açmış çiçeklerle rengarenkti..
Yürüyüşümüzün başlangıcında Papaz Kayası kilisesi yer alıyordu.. ana kaya oyulup taş duvarlarla kapatılarak yapılmış bu küçük kiliseye yaklaşık
40 basamakla çıkıldığı için yöre insanı kırk merdiven ismini vermişti..
Ehh.. artık sodalarımızı da içtiğimize göre yürüyüşe başlayabilirdik.. Süleyman'ın gözetiminde kırmızı-beyaz çizgileri takip ederek, sisler içerisine daldık.. Hedefimiz masallar diyarı Alakilise Vadisiydi..
İnişin kolay olacağını düşünüp de yanıldığımız bu iniş de çok zorlandık.. Ayağımızın altında patika değil, sanki bilyelerden yapılmış bir pist vardı, biz de bilyeler üzerinde düşmeden hareket etmeye çalışan cambazlardık.. Bir kaç kere dengemizi kaybedip, şöyle bir yeri yoklamadık dersem yalan söylemiş olurum herhalde :))
Buradaki yönlendirmeler çıkanlara göre yapılmıştı.. Çıkarken çok rahat görülebilecek işaretleri, eğim nedeniyle inerken görmek çok mümkün değildi.. Öyle olunca, yolda bizi yönlendiren boyalar ve taş kuleleri kaybedip, sonrasında bulduğumuzda sevinçle kucaklaştığımız anlarımız da oluyordu:))
Alakilise Vadisine yaklaşıyorduk artık .. Karabel, Belören, Beymelek ve
Bonda Tepesinden gelen dört patikanın kesişme noktasında yer alan Alakilise’nin, üzerindeki "..Başmelek Aziz Cebrail’in mukaddes mabedinin onarımı
gerçekleşti.." yazıtı nedeniyle Sionlu Nikolaos’un hayatının anlatıldığı
Vita’da adı geçen Cebrail Kilisesi olduğu söyleniyor…
5.- 6. yüzyıllara ait, bazilikal
planlı, üç nefli, erken Bizans Dönemi Kilisesi olan Alakilise 11.-12.
yüzyıllara kadar kullanılmış..
Vita’ya göre, Sionlu
Nikolaos, 25 gün süren ikinci büyük kutsal seyahatinde ilk olarak, Karkabo
köyündeki Cebrail Kilisesini ziyaret etmiş.. Öyle olunca önemli yol akslarının
kesişiminde bulunan Alakilise’nin çevresindeki büyük ölçekteli kırsal yerleşimin,
antik dönemdeki Karkabo köyü olduğu bilim adamlarınca öne sürülmüş...
Ehh.. Alakilise görünmüştü aşağıda.. Yürüdüğümüz patika da, eskiden beri yürünen bir patika görünümünü almıştı.. Karkabo'nun kalıntılarıyla her an karşılaşabilirdik artık...
Vadiye yaklaştıkça gördüğümüz keçi sürüleri, çobanını ve tabii ki köpeğini yada köpeklerini :)) ne zaman göreceğiz sorusunu da sorduruyordu bize..
Ve Karkabo'nun kalıntıları, sürünün çobanı Behiye, tek gözünün kör olması nedeniyle "kör" adını verdiği köpeği, ağılları, çardakları karşımızdaydı...
Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz antik dönem yerleşiminin izleriyle doluydu.. Sobelemiştik:))
Alakilise vadisinin de içinde yer
aldığı Myra’nın dağlık yerleşimleri antik dönemde, birbirine uzak olmayan küçük
ölçekli köy gibi kırsal yerleşimler şeklinde oluşturulmuş, kiliseler
de bu kırsal yerleşimlerin bir parçası haline gelmiş..
Kör'ün kontrolünde keçi sürülerinin gezindiği Karkabo'nun kalıntıları üzerinde Behiye'ler, günümüzde antik dönemin kırsal üretimini devam ettirmese de kırsal yaşamını kısmen, kendine özgü doğal akışında devam ettiriyordu..
Antik dönemde bu bölgede, boş görünen her noktada tarım
yapılmış, yetiştirilen zeytin ve üzümler, ana kayalar kullanılarak oluşturulan
işliklerde zeytinyağı ve şarap haline dönüştürülmüş.. ihtiyaç fazlası olanlar ise pazarlanmış..
Günümüzün küçük ölçekli fabrika boyutlarındaki bu işliklerin varlığı, sayı olarak
fazlalığı, hem antik dönemde bölgedeki nüfusun yoğunluğunu, hem de kiliselerin ekonomik
ve kamu hayatını etkileyecek kadar önemli bir güç merkezleri haline geldiğini
göstermesi açısından çok önemli..
Eli öpülesi, hayran olunası ustaların, mühendislerin yaptığı işlik komplekslerinden birisinin üzerinde "ben nasıl kullanılır bilmem" diyen, tarifimiz üzerine çekim yapan Behiye'nin objektifinden 20 fotoğraf karemiz, üç videomuz oldu:))
Behiye ve Kör'den ayrılma vakti gelmişti.. Buraları özel kılan şeylerden birisi de Behiye gibi sıcakkanlı yöre insanıydı herhalde.. O kadar içten, yalansız, saftı ki herşey..
Süleyman bizi bekliyordu.. Karnımız acıkmıştı.. menü de Güven'in yaptığı omletli tostlarımız ile Süleyman'ın Burdur'dan getirdiği tahinli katmerimiz vardı..
Karnımızı doyurup yeniden yollara koyulma zamanı gelmişti :)))
Güzel anlatım ve resimler için tşk
YanıtlaSil